Thursday, September 20, 2012

beware the friendly stranger

her gün kemeraltı'na gidip tonlarca kitap alıp, dönüyorum. dağıtım denilen bir yerden alıyorum. yayınevi de diyolar. ama aslında değil. orada çalışan bir abi var. iyi birisi. iyi davranıyor. konuşuyor. kasmıyor ve kasılmıyor. rahat yani. ara sıra dertlerinden bahsediyor. işinde huzursuz olduğundan falan. evliymiş. bir çocuğu varmış. yayın evinin karşısında abuk subuk şeyler satan dükkanda çalışan bir kadınla berabermiş ayrıca. ama abinin iş arkadaşlarından birisiyle arası kötü. sebep de o kadın. adama bakıyormuş, adam ona bakıyormuş. bakışıyorlarmış yani. kadına "ona neden bakıyorsun" diye sorduğunda bakmıyorum diyormuş. ama abi gerçekten inanmış. ben de inandım. teoriler ürettim. yardımcı olmak istedim.

abimiz bu kadınla iki kez birlikte olmuş. birisinde içine boşalmış. "ama olmadı, olsaydı ben ona gösterecektim gününü" dedi. anlam veremedim. boş verip hayatına devam edebilirsin dedim. ama bunu tespihli ve bıyıklı adamların yapacağı gibi yaptım. "kendi hayatına bakacaksın abi, kimseye bağlı kalmayacaksın. kendin için yaşıyorsun" falan dedim.

abimiz, kadına 200 lira borç vermiş. ve bir kavga esnasında "o iki sefere say, parayı istemiyorum" demiş. bunu söylemeden önce "bak bu söyleyeceğim şey bir kadına edilebilecek en büyük hakaretlerden birisidir, dünyanın en kötü şeylerinden bir tanesidir" dedi. yaptığının iğrenç bir şey olduğunu söylemek istedi kısaca. kendisine hak verip, hikayesinde yardımcı olmak istediğimden, söylediklerini arasında gezindiğimiz kitapların kokusundan etkilenip, ayrıca kendimi de eğlendirmek için can ya da yapı kredi (sait faik?) yayınlarından çıkan bir kitapmışçasına "haklı değildim, ama öyle oldu. istemedim ama söyledim. o an onu söylememin doğru olduğunu düşündüm." şeklinde algıladım. tam bu sıralarda aklıma, abimizin yine işinde mutsuz olduğunu anlattırken, patronunun kızının düğününden bahsettiği geldi. tüm çalışanların, bütün günlerini yanlarında geçirdikleri insanları, (onlara göre) baya şık elbiselerle ve birbirlerinin aileleriyle, normalden daha resmi bir şekilde selamladıklarını hayal ettim. komikti. gününün tamamını geçirdiğin insanın yanındayken davrandığın gibi davranamazsın. çünkü bu sefer yanında ailen ve diğer tanımadığın insanlar var. onların yanındayken olduğun gibi de olamazsın. hepsinin birbirine yabancılaşıp, en sonunda halay çekmelerini izlemek isterdim.

kitapları alıp dışarı çıktığımda, abimizin kadın ve iş ile ilgili konuda neler yapacağını tahmin etmeye uğraştım. kadınla tartışacaktı bir ara. sonra görüşmemeye karar verecekti. başvurduğu işlerden birisine kabul edilip, öyle yaşamaya devam edecekti. basit.

günün, güneşin altındayken geçirdiğim en güzel zamanı, bu yayınevine gidiyor olmak. çıkıp metroya binmek, etrafa bakınmak, insanları izlemek, kemeraltındaki turistlerin salaklığına gülmek, dönercilerden geçerken insanların yemek yeme şekillerinden iğrenmek artık benimsediğim şeyler.

yayınevindeki diğer insanlardan bahsedeyim. girişte sizi güler yüzlü, saçı sakalı beyaz ama içi geçmemiş sapasağlam bir amca karşılıyor. ilerledikçe gençler, bakımlılar ve normal gibi duran insanlar. futboldan bahsedip, okuduğum kitap hakkında şakalar yapan insanlar. bir üst katta dertli abimiz var. yanında kimsenin sevmediği, benim çalıştığım yerdeki insanların bile sevmediği bir abi var. o da aslında kötü birisi değil gibi. ama çok sıkılmış çalışmaktan. yani artık ne olacaksa onu bekliyor gibi. yarın ölecek olsa üzülmez. bence keşke diyecek bir şeyi de yoktur. "keşke meksika'ya gitseydim", "keşke patronu dövseydim" ya da "keşke karımı ve çocuklarımı bırakıp, başka bir şehre kaçsaydım."

bir de patlak gözlü, kocaman gözlüklü zayıf çelimsiz bir abi var. sıkılmışa göre daha enerjik. hatta telefonlarda "siz", "şirketimiz", "sözleşme" gibi kelimeler kullanma yetkisine sahip.

en üst katta tek sayfalık yaprak testlerle boğuşan yaşlı amcalar var. onlar hakkında pek bir şey bilmiyorum. ama en üst kata çıktığımda sanki orada değilmişim gibi hissettiriyorlar. selam vermiyorlar, konuşmuyorlar. sadece işlerini yapıyorlar. sayıyorlar, diziyorlar, yazıyorlar.

"çok sıkıldığında buraya gel" der gibi bir ortam. dünyanın en sıkıcı yeri. ortamdaki kasveti birazcık olsun gideren tek şey minik bir vantilatör. içerisi o kadar sıcak ki, fırınlara kürek kürek yaprak test atılıyor da yakılıyor gibi. elime geçirdiğim her şey yelpaze oluyor.

ama en alt katta kocaman klimalar var. küçük bir fanusun içinde bir tane çöpçü balığı var. hiç eğlenceli değil. balıklar salak oluyor. ikinci katta yaşam belirtileri yavaş yavaş azalıyor. orada klima ve balık da yok.

bina, katları çıktıkça medeniyetten uzaklaşıyor.

bir gün hiç bir derdim yokken, zamanım varken en üst kata çıkıp rafların arasına yatsam, uzaydaymışım gibi hissedebilirim aslında. tamamen boşluk, ama her şey düzenlenmiş ve bir sürü tek tek sayılması gereken şeyler var. bekliyorsun, istediğini söylüyorsun ve geliyor.

bugün evden dönerken, elinde bir buçuk litrelik suyuyla ani hareketler yaparak benden ateş isteyen ve eğlenceli oldukları belli olan gençler gibi. bir şey oluyor. gösteriyor. yapılması gerekeni yapıyormuş gibi durmak lazım. katılmak lazım. ya da karar vermek.

bütün bunlar kendi kendine oluyor. etkilemeye uğraşmak gereksiz ve çocukça aslında. her şey çok karışık.

bir şey istiyorum, bir şey geliyor. bazen istediğim gibi gelmiyor. ama yine de geliyor. geldiğinde, her zamanki gibi kaçmaya uğraşıyorum. birileri bana bir şeyler gösterirken kaçmaya uğraşıyorum. niye dinlemiyorum ki? anlamak için o kadar zeki olmaya gerek yok. herkesin bildiği bir şey var. herkes haklı ve bir şey yapmak istiyor. bunu yaparken gayet doğallar aslında. çünkü mantıklı olan şeyi yaparsın. bunları çizgi filmmiş gibi algılıyor olmak benim problemim. eğlenceli olmadığını düşünen varsa yanılıyor demektir. belki onlar da eğleniyordur. problem değil.

kendi başıma, olup biten şeyleri düşünüp durabilirim. gerçekten olup bitene katılmak yerine, oturup olup biten gariplikleri düşünüp başka gariplikler uydurabilirim. eğlenceli olur.

eğer değişik şeyler yapmak istersem de yaparım. daha uzun bir süre ölmem herhalde. henüz sıkılmadım.

No comments:

Post a Comment